türkiye’de kumar yargı yetkisi bulmaca 3

Maide Suresi Oku Mâide Suresi Anlamı, Tefsiri, Türkçe ve Arapça Okunuşu Diyanet Meali

Peygamberin hakkı için, onun yüzü suyu hürmetine…” gibi ifadelerle dua ederek tevessülde bulunmasının meşrûluğu tartışmalıdır. Önceki âyette Hâbil’in Allah’tan korktuğu için kardeşini öldürme teşebbüsünde bulunmadığı bildirilirken burada ikinci bir sebep olarak kardeşinin her ikisinin günahını yüklenerek cehenneme gitmesini istediği anlaşılmaktadır. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiğine göre hiç kimse bir başkasının günahından sorumlu tutulmaz (bk. İsrâ 17/15). Müfessirler, “Bundan maksat ‘Benim işlediğim günahı senin yüklenmeni istiyorum’ demek değildir; maksat, ‘Senin diğer günahlarınla birlikte beni öldürmenin günahını da yüklenerek cehennemliklerden olmanı istiyorum’ demektir” şeklinde yorumlamışlardır. Esasen dindar ve takvâ sahibi bir kimse ne kendisinin ne de başkasının Allah’a isyan etmesini, sonuçta cehennemde yanmasını ister. Nitekim Hâbil’in kesin ve kararlı bir üslûp kullanarak kardeşini bu büyük günahtan sakındırmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Buradan hareketle âyeti, “Kıyamette beni razı edecek bir şey bulamadığın takdirde benim günahımı ve beni öldürmenin günahını yüklenmeni istiyorum” şeklinde yorumlayanlar da olmuştur (Râzî, XI, 207). Peygamber’den rivayet edilen bir hadise göre kıyamet gününde, zalimin mazlumu razı edecek bir sevabı, iyiliği bulunamazsa mazlûmun günahlarından alınır, zalime yüklenir (bk. Buhârî, “Mezâlim”, 10). Tâbiînden Hasan-ı Basrî ve bir kısım müfessirlere göre burada anlatılanlar Hz. Âdem’in kendi oğulları değil, İsrâiloğulları’ndan iki şahıstır.

  • A) Düzenleyicinin piyangoya ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmiş olmasına rağmen ikramiyelerin tamamının veya bir kısmının talihlilerce teslim alınmamış olması halinde belirtilen süreler içinde teminatları kendilerine iade edilir.
  • İslâm’ın ilk yüzyılında ahlâk genellikle dinî ilke ve kurallara ve bunlarla eğitilen müslümanların sağduyusuyla verdiği yargılara dayanıyordu.
  • Özellikle Fransız İhtilâli’nin etkilerini de taşıyan Napolyon’un Mısır’ı işgali İslâm dünyasında önemli dinî-siyasî gelişmelere yol açtı.
  • Zira onların davalarını, içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat’ı bırakıp peygamber olduğuna inanmadıkları Hz.

Bu sebeple sıfatlar tenzîhî (selbî) ve sübûtî olmak üzere iki grupta mütalaa edilmiştir. Tenzîhî sıfatlar yaratılmışlara mahsus acz ve eksiklik ifade ettiklerinden zât-ı ilâhiyyeden nefyedilmesi gereken nitelikler olup Allah’ın varlığı için başlangıcı ve sonuç belirlememek (kıdem, bekā), yaratılmışlara benzememek (muhâlefetün li’l-havâdis), başkasına muhtaç olmamak (kıyâm bi nefsih) ve şeriki bulunmamak (vahdâniyyet) şeklinde özetlenir. Sübûtî sıfatlar da Allah’ın ezelî-ebedî diri (hayat), bilen, işiten ve gören (ilim, sem‘, basar) olması, irade ve kudrete sahip bulunması, peygamberleri vasıtasıyla kullarına mesaj (kelâm) göndermesi diye sıralanır. Klasik kelâm literatüründe imanın içeriği ve sınırı ele alınırken onun İslâm’dan farklı olup olmadığı meselesi de tartışma konusu yapılmıştır. Mu‘tezile ve Mâtürîdî kelâmcıları, kelimelerin terim anlamlarını göz önünde bulundurarak bunların aynı şeyi ifade ettiğini söylemiş (Mâtürîdî, s. 398), Eş‘arîler ise sözlük mânalarından hareketle farklı olduklarını ileri sürmüşlerdir. Eş‘arî’ye göre İslâm imandan daha kapsamlı bir terim olup imanı da içine alır, ancak İslâm diye nitelenen her şey imanı karşılamayabilir. Eş‘arî kelâm ekolünün önde gelen âlimlerinden Bâkıllânî bedevîlerin imanı hakkındaki âyetle (el-Hucurât 49/14) iman, İslâm ve ihsan kavramlarının tanımlandığı Cibrîl hadisini zikrederek imanın “tasdik”, İslâm’ın ise “bparibahis eğmek” anlamına geldiğini, dolayısıyla bunların birbirinden farklı olduğunu söyler (el-İnṣâf, s. 89-90). Selefiyye âlimleri de bu konuda Eş‘arîler gibi düşünmektedir (İbn Teymiyye, Kitâbü’l-Îmân, s. 30). İtikadî mezhepler arasındaki bu tartışmada iki kavramın aynı şeyi belirttiğini savunanlar, iman ve İslâm’ın birbirini tamamladığı ve her ikisinde tasdik ve teslimiyetin esas olduğu görüşünden yola çıkarken farklılığı savunanlar, tasdik söz konusu olmadığı halde görünürde teslimiyet göstermenin imkânından hareket etmişlerdir. Burada –yahudilerden bir örnek verilerek– kullanılan sert ifadenin, Allah hakkında saygısızca sözler söyleyen herkesi kapsayan genel bir uyarı olduğu dikkatten kaçırılmamalıdır. Nitekim insanın darlık ve sıkıntıya düştüğü zamanlarda Cenâb-ı Allah’ı kendisine karşı yükümlülükleri olan bir varlık olarak düşünmesi Kur’an’ın başka âyetlerinde soyut bir anlatım üslûbu içinde eleştirilmiş ve kendi konumu üzerinde daha dikkatli düşünmeye davet edilmiştir (meselâ bk. Fecr 89/16 vd.).

Yarımadanın çeşitli bölgelerinde yaşayan müşrik kabileler İslâm’ı kabul ettiklerini bildirdiler. On yıl içerisinde gerçekleşen bu olağan üstü gelişmelere tesir eden önemli hususlardan biri, normal şartlarda hiçbir şekilde bir araya gelmesi mümkün olmayan kabile topluluklarının Hz. Resûl-i Ekrem’in mesajı, birbirine rakip ve düşman olan kişi ve kabilelerin hassasiyet gösterdiği her türlü feodal çağrışımlardan uzak, âdil ve kuşatıcı bir mahiyet arzettiği için onun önderliğinde gerçekleşen birliktelik sonucunda oluşan ve daha önce birbirine karşı kullanılan kolektif güç artık başkalarına yöneltilmişti. Böylece bölgedeki diğer yahudi ve hıristiyan kabilelerinin de itaat altına alınmasıyla daha Hz. Peygamber’in sağlığında İslâm Arap yarımadasındaki en büyük güç haline geldi. Kur’an ve Sünnet kaynaklı İslâmî değerler sisteminin düşünce, ilim ve sanat hakkında işaret ettiği idealler tarihî şartların mümkün kıldığı oranda gerçekleşme imkânı bulmuştur. Bu medeniyet tecrübesinin ilimler, sanatlar ve kurumlar, kısaca yüksek kültür çerçevesinde ortaya koyduğu tarihî birikimin yalnızca müslüman dünya için değil bütün insanlık için kalıcı sonuçlar doğurduğu bilim adamlarınca da belirtilmektedir (meselâ bk. Hodgson, I, 25-32). Kur’an’da ilim kelimesiyle daha çok kaynağı ilâhî olan bilgi (vahiy) kastedilmiş olmakla birlikte birçok yerde insanın zihnî melekeleri sayesinde gerçekleştirdiği bilme, anlama, farkına varma ve hatırlama gibi etkinlikleri de bu terimle anlatılmaktadır. Kur’an ve hadisler kozmoloji, astronomi, meteoroloji, tıp gibi bilimlerin araştırdığı olgulara işaret etmektedir.

Bu buyrukla hedeflenen amacın gerçekleştirilmesi için kuşkusuz değişik yaptırımlar düşünülebilir. Nitekim insanlık tarihi bu konuda hangi yaptırımın daha başarılı olacağıyla ilgili tecrübelerle doludur. Fakat bu alanda geliştirilen yöntemlerin tatmin edici bir başarı düzeyine ulaşabildiğini söylemek kolay değildir. Bir başka anlatımla, burada mal aleyhine işlenen cürümler arasında hırsızlığın yeri belirlenirken, bu fiilin iman ve ahlâk açısından müslüman kimliğiyle bağdaşamayacak bir nitelik taşıdığının vurgulandığına dikkat edilmelidir. Peygamber’in bazı hadislerinde de bu nokta üzerinde durulmuştur (Müslim, “Hudûd”, 9). Yalnız başına okunduğunda sadece ağır bir ceza hükmü içerdiği düşünülebilecek olan bu âyetin, Kur’an’ın ilkeleri ve Hz. Peygamber’in uygulamaları ışığında incelendiğinde, burada öncelikle, İslâm’ın dinî ve ahlâkî buyruklarını içine sindirmiş bir toplumda hırsızlık olarak nitelenebilecek bir eylemin yargıya intikal edebilecek düzeye gelmesinin çok düşündürücü olduğuna dikkat çekildiğini söylemek mümkündür. Nitekim Resûlullah’ın mektebinde yetişmiş bir devlet adamı olan Hz.

İslâm dünyasında belli ölçüde birlik sembolü kabul edilen halifeliğin kaldırılmasından sonra müslümanlar arasında dayanışmayı sağlamak amacıyla çeşitli çalışmalar yapıldıysa da bir netice alınamadı. Dünya Savaşı’nın ardından müslümanlar arasındaki birlik çalışmaları yeniden gündeme geldi. 1945’te üye ülkelerin bağımsızlık ve egemenliklerini korumak, güçlerini birleştirmek maksadıyla Arap Birliği kuruldu. Milletlerarası İslâm İktisat Konferansı (1949) Karaçi’de ve Tahran’da toplantılar yaptı. Farklı amaçlar için kurulan Bağdat Paktı (1955), Merkezî Antlaşma Teşkilâtı (CENTO, 1959), Afrika Birliği Teşkilâtı (OAU, 1963), Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği Teşkilâtı (RCD, 1964) ve Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN, 1967) gibi kuruluşlar İslâm ülkelerini de içine aldı. Günümüzde İslâm ülkeleri arasında birliğin sağlanması için 1969 yılında toplanan İslâm Zirve Konferansı’nın ardından İslâm Konferansı Teşkilâtı kuruldu. Yüzyılın ilk yarısında Güney Asya’daki müslümanlar arasında milliyetçilik ve bağımsızlık hareketleri dikkat çekti. Dünya Savaşı’nın ardından dünyanın yeniden şekillenmesi sırasında müslümanlar Hindular’la ortak hareket ettiler. Ancak giderek artan gerginlik sonucunda müslümanlar kendi devletlerini kurmak için mücadele başlattılar ve 1947’de Pakistan Devleti kuruldu. Müslüman nüfusun yoğun olduğu Keşmir Hindistan işgalinde kaldı. 1971’de Pakistan’da iç savaş çıktı ve Doğu Pakistan olarak adlandırılan Bengladeş birlikten ayrılarak bağımsız bir devlet oldu. Hollanda’nın sömürgesi olan Güneydoğu Asya’daki müslümanlar arasında 1912’de kurulan Muhammediyye hareketi Endonezya’da etkisini giderek arttırdı.

Başvurma harcı, dava açarken başvuru sahibinden peşin olarak alınan maktu bir harçtır. Karar ve ilam harcı ise, başvurunun niteliğine göre maktu ve nispi olarak alınan bir harçtır. Konusu parayla değerlendirilemeyen dava ve işler maktu karar ve ilam harcına, konusu parayla değerlendirilebilen veya para olan davalar ise değeri üzerinden nispi karar ve ilam harcına tabidir. Türkiye’de yargılama hizmeti harca tabi olup, yargılama harçlarının türleri tutarları ve oranları Harçlar Kanunu ile düzenlenmiştir. Yargılama harçları genel anlamda başvurma harcı ile karar ve ilam harcı olmak üzeri ikiye ayrılmaktadır. Yabancı sigorta şirketleri Türkiye’de yeni bir şirket kurmak – ki bu durumda kurulan şirket yabancı sermeye ile kurulmuş bir Türk şirketi olacaktır – , Türkiye’de kurulu bir şirkete ortak olmak ya da Türkiye’de şube açmak suretiyle faaliyet gösterebilirler. İrtibat bürosunun aksine, şubeler ticari faaliyette bulunabilirler. Şube açılışında Sanayi ve Ticaret Bakanlığı İç Ticaret Genel Müdürlüğü izin vermeye yetkilidir.

Onların her biri Allah’ın birliğine, âhiret gününe ve peygamberlerin getirdikleri ilâhî mesajlara inanmayı öğütlemiştir. Farklılıklar, sadece zamanın gereklerine ve toplumun beklentilerine göre değişebilen ayrıntılarla ilgilidir. Bu da insanın sosyal ve psikolojik yapısına, hayatın gerçeklerine uygun bir olgudur. Îsâ, Tevrat’ı tasdik etmekle birlikte İsrâiloğulları’na haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için (Âl-i İmrân 3/50), Tevrat ve İncil’de müjdelenen Hz. Muhammed de diğer görevleri yanında önceki milletlerin üzerindeki zahmet verici hükümleri kaldırmak için (el-A‘râf 7/157) gönderilmiştir.

Terim olarak şir‘a (şeriat), “Allah tarafından peygamberi vasıtasıyla bildirilen hükümlerin hepsini kapsayan ilâhî kanun” demektir. Şeriat, bir yoruma göre itikad (inanç), ahlâk ve amelle ilgili bütün hükümleri kapsadığı için dinle eş anlamlıdır. Ancak şeriat kelimesinin “sırf amelî hükümleri yani fıkhî müeyyidesi olan Allah’a karşı vecîbelerle (ibadet) kişiler arası ilişkileri (muâmelât) düzenleyen kurallar” anlamında kullanımı da yaygındır (bk. “Şeriat”, İFAV Ans., IV, 192). Nitekim önceki âyetlerin tefsirinde bu anlamda kullanılmıştır. Tevrat’la hükmedenler sadece peygamberler değildir; onların vârisleri olan takvâ sahibi rabbânîler ve ahbâr (din bilginleri, fakihler) dahi onunla hükmederler.

Facebook
Twitter
LinkedIn

Leave a Comment

Your email address will not be published.